Kanat Akar Kanat Akar

Geçmişimizle Gurur Dansı

Geçmişimizle Gurur Dansı

HATTİLERİN “HATTUŞ” UNDAN

HİTİTLERİN “HATTUŞA” SINA 

İlkokulu 1969-1974 yılları arasında Çorum Albayrak ilkokulunda okudum. Okullu bir çocuk olarak o yıllara sarkan unutamadığım anılarım, Alacahöyük ve Boğazköy’e yaptığımız okul gezileriydi. Rehber öğretmenlerimizin anlattıklarından aklımda kalan, bulunduğumuz bölgenin önemli olduğudur ki, 50 yıl sonrasında çok değerli dostum Mustafa Tanışık ve ilk kez bu süreç içinde tanıdığım Prof. Dr. Cengiz Işık hocamızın rehberliğinde, çocukluğumun “yatağı” olan bu bölgeye bir gezi daveti almam, beni çok heyecanlandırmıştır, hem de ailemin üç jenerasyonu ile bir arada...

 

Adeta bir rüya alemi içinde bir çırpıda geçen seyahatimin notlarını, siz sevgili dostlarla paylaşmak geçti gönlümden:

 

Artık biliyorum ki, daha çocuklum günlerinde tanıştığım kültürel doku, Bronz Çağ adı ile bilinen ve MÖ 2. bin yılın neredeyse tümünü kapsayan bir zaman diliminin sakinlerinden kalan mirasmış. Ve artık ama yine biliyorum ki, bugüne gelinceye kadar bu kadim topraklar, öncesinde adına Paleolitik Dönem dediğimiz 600 bin yıllık bir sürecin, erkeklerin av peşinde koştuğu, kadınların börtü-böcek toplayarak geçimlerini sağladığı, gereksinimleri olan alet-edevat için kemik, taş, ağaç, saz gibi malzeme kullanan ve konumu itibariyle yaşamsal önemi olan doğal mağaraları kendilerine yurt edinen sakinlerin; sonrasında günümüzden 12. bin öncesinden 5. bin yıl sonrasına uzanan ve artık yerleşik hayata geçerek toprağı ekip-biçen, dinsel ve sosyal yaşamları mimari tasarımları adına “höyük” denilen içinde kültür katmanları içeren yayvan ve yüksekçe tepelerdeki kazılarla anlaşılan yerleşik hayatı artık yaşam biçimi olarak seçenlerin; MÖ. 3000 yıllarından, Kalkolitik Dönem’den itibaren gerek şehir mimarisi, gerek sanat ve kültürel açıdan gelişime açık ve elindeki ürünleri ile geniş bir ticaret ağın içine giren ve bakırın keşfi de buna eklenince zenginleşen toplumsal bir jenerasyonun varlığını görüyoruz. Bu evrede mülkiyetin belgesi olan “mühür” kullanılmaya başlanmış, ama hala yazı yok!.. Her ne kadar sahip oldukları bu zenginlik kendilerine huzur ve barış içinde bir yaşam ortamı sağlamış olsa da, bu eksiklik, özellikle yazıyı daha MÖ 3200 yıllarından itibaren kullanmaya başlayan Mezopotamya kültürleri karşısında her anlamda geriye etmiş ve zenginliği bu bölgelerden gelen yabancı tüccarlar tarafından adeta sömürülür olmuş. Kalkolitik Dönem’ in sonlarına doğru, Anadolu insanı bu defa kalay madenini keşfediyor ve öncesinde bilinen bakır ile karışımından yeni bir döneme adını veren Bronz=Tunç elde edilmeye başlanmış, bu metalin elde edilmesiyle de Anadolu’da zenginlik daha da artmış; bronz, gümüş, altın ve her ikisinin karışımından oluşan elekton malzemeden yapılan günlük kullanıma, dinsel yaşama ve savaşmaya yönelik her türden aletin ve de takı tasarımlarının zenginliğinin arttığı gözlemlenmiştir. 

 

MÖ. 19. ve 18. yüzyıllarda Anadolu toprağının arka planını, Asur ticaretinin bu topraklar üzerinde kurdukları “Ticaret Kolonileri” oluşturmuş. Ticaretle uğraşan ve Anadolu’nun zenginliğini çok iyi bilen Asurlu bu yabancı tüccarlar, Anadolu’daki yerleşim yerlerinin hemen yanı başına, kendi gelenek ve göreneklerinde yaşayan birer ticaret mahalleleri kurmuşlar: Karum. Bunlar içinde en bilineni, Kayseri-Sivas yolu üzerinde 25. km. deki Kaneş; bugünkü Kültepe Höyüğü. Bu merkezlerdeki arşivlerden ele geçen tabletlerden bilinir olmuş ki artık, Asurlu tüccarlar gelirken kalay ve kumaş yüklemişler kervanlarına, giderken de altın, gümüş, bakır, tunç, kereste malzemeleri yanlarına almışlardır. İki yönlü kazanç!..

 

Anadolu’daki bu yerleşim yerlerinde yaşanan barış ve huzur ortamı, MÖ. 3. binin son çeyreğinde son bulmuş gibidir. Anadolu, nedenini bugün bilemediğimiz bir nedenle Orta ve Kuzey Avrupa Bölgesinde yaşayan kültür yoksunu nomad etnik gruplar yerlerinden oynamış ve bu yerlerinden oynan gruplar, birbiri ardına güneye ve doğuya hareketlenmişlerdir. Bunlar içerisinde önemli bir grup olasılıkla Karadeniz’in üstünden geçerek Kafkasya üzerinden Anadolu’nun güneyine inmişler ve orada bir müddet kaldıktan sonra Orta Anadolu içlerine sızmaya başlamışlardır. Bu sızmalar başlangıçta Anadolu’nun yerli sakinlerinin yaşadıkları yerleşim yerlerinde yıkımlar şeklinde olsa da, sonraları sahiplenme olarak devam etmiş ve bu yeni gelenler beylikler kurarak yavaş yavaş bu bölgeyi kendilerine yurt edinmişlerdir. İşte bu dönemde, bu Avrupa kavimlerin dalga dalga gelip sızdıkları bu Anadolu toprakları üzerinde küçük krallıklar ve beylikler olarak idare edilen iki kültürün varlığını biliyoruz: HATTİ ve HURRİ.

 

Bu kadim Anadolu toprağı üzerinde boy boylamış-soy soylamış sahipleri arasında ismini bilebildiğimiz ilk kavim, bugünkü yazılı belgelere göre MÖ 3. binin ortalarından 7. yüzyıla kadar “Hatti Ülkesi” olarak anılan Orta Anadolu bölgesi içindeki geniş bir coğrafyayı kendilerine yurt edinmiş olan Hattiler’dir; yazıyı bilmeyen, ancak kendi dillerini konuşan, kendi özgün dinlerini yaşayan ve üstün bir kültür düzeyini yakalamış Hattiler. Doğu ve güneydoğu sınır komşusu Hurriler gibi küçük krallıklar ve beylikler olarak yaşayan Hattiler’in, bugün bizleri hayrete düşürecek kadar dinsel, mimari ve kültürel yapıya ulaşmış olmalarına karşın, kendilerine ait bir yazı ya da hiyeroglif kullanmadıkları biliniyor. Sosyal ve ticari yaşamlarında olasılıkla Assurca bilen katipler kullanmışlar. İşte bu yeni gelenler, daha başlangıç sayılan dönemlerde yerli Anadolu insanının, Hattilerin ve Hurrilerin tanrılarına, mimarisine, kült ayinlerine, dil yapılarına, efsanelerine, yaşam biçimlerine velhasıl her şeyine öylesine sahip çıkmışlar ve onları öylesine kabullenmişlerdir ki, hangisi Hatti, hangisi Hurri ve hangisi Hitit, anlaşılması zor bir duruma gelinmiş. Öyle ki, başkentleri Hattuşu, kendilerine yine başkent olarak bu defa Hattuşa olarak seçmişler; Hattuşili örneğinde olduğu gibi krallar bile isimlerini yerlilerden almışlar; kendileri asimile edeceklerine, kendileri asimile olmuşlar. İşte bu nedenle de başlangıçta, daha henüz Boğazköy kazılarında ele geçen çivi yazılı metinlerin çözümünde zorlukların yaşandığı zaman diliminde, kim kimdir, kim kim değildir bilememişiz??!! Bu kültüre Eski Testament içinde geçen “Heth”, “Hittim” isimlerinden esinlenerek “Hititler” demişiz. Taki dil bilimcilerin bu çivi yazılı tabletler üzerinde Akadça, Hurrice, Sümerce, Hattice gibi aglutinant (bileşken) dil yapıları yanında, yalnızca birinin dil yapısı itibariyle diğerlerinden ayrıldığının fark edilmesine kadar... Bu dil, Hrozny isimli bir Çek bilim adamının 1951 yılındaki çözümüne göre, Hint-Avrupa Avrupa dil yapısına sahiptir. Çözümü veren anahtar cümleyi ben de sizlerle paylaşmak isterim;

 

nun NINDA –an e-ez-za-at-te-ni wa-tar-ma e-ku-utte-ni

 

“Ekmeği yiyeceksiniz, suyu da içeceksiniz”

 

NINDA ideogramının Sümer dilinde eskiden beri “ekmek” anlamına geldiği bilinmekteymiş. Hrozny ezza- sözünü İngilizce “to eat” ve Almanca “essen” YEMEK fiilleri; sonraki cümledeki watarra’nın watar sözcüğünü ise İngilizce “water” ve Almanca “wasser” karşılaştırmış, Hititçede “içmek” anlamına gelen eku- fiilini Latincede “su” anlamına gelen “aqua” ile özdeşleştirmiştir.

 

Bu yakınlaştırmalarla başlayan dilin çözümü sonrası artık biliniyordu ki, bu dil, MÖ. 3. binin ortalarından itibaren Anadolu’da mevcut bulunan yerleşim yerlerinin üzerine çöküp, onların her şeyini sahiplenmesiyle 800 yıllık bir süre içinde batıda Manisa, kuzeyde Karadeniz, güneyde Güneydoğu Anadolu ve Akdeniz’in doğu kıyısı, Mezopotamya topraklarında Babil ve doğuda Hurri-Mitanni sınırına kadar uzanan geniş bir İmparatorluğun sahibi ve zamanının süper gücünü oluşturan Nesililerin konuştuğu NESİCE’dir. Bildik ismiyle, HİTİTÇE. Hani şu 1000 tanrılı Hititlerin konuştuğu özgün kendi dili; kurdukları pankus (Halk Meclisi) ile demokrasiyi insanlık tarihinde ilk kullanan Hititlerin dili.

 

İşin özü şu ki; benim çocukluk günlerimin gönlümde sıcak bir hayranlık bırakan bu görkemli kültürün sahibi görünen Nesililer, demek ki, ününü, üzerine kuruldukları Anadolu’nun kadim kavimleri olan HATTİ ve HURRİ kültürlerine borçluymuşlar; onlarsız bir hiçmişler!..

 

Dinsel, ekonomik, sosyal, siyasal, askeri, hukuksal ve daha pek çok  konularda zengin bilgi hazinesine sahip çivi yazılı metinler yanında tıbbi metinler maalesef daha çok reçete hüviyetindedirler. Tedavilerde uygulanacak bitkiler, madenler, hayvansal maddeler, toprak, su ve şarap olmuştur. Hititler hastalık nedeni olarak bedensel ve ruhsal kirliliği görmüşlerdir. Ritüel ve hijyenik temizliğe son derece önem vermişler ve bir su kaynağının veya kabının kirletilmesini kanunlarında suç saymışlardır. Tıbbi cihazlar olarak maalesef ne bu güne kadar olan metinlerde ve ne de gün ışığına çıkartılmış malzemede beklentilerime cevap vermemiştir. Ancak bronz metali kağıt yumuşağında kullanacak kadar maharetli  Hattili ustaların, insanlığın sağlığına yönelik bir takım tıbbi aletleri üretmemiş olmalarını bir tıpçı olarak imkansız görüyorum. Bu nedenle de bu bağlamdaki umudum tazeliğini hep sıcak tutacaktır.

 

Bütün bahsi geçen bilgiler Türk ulusunun büyüklüğüne ve üstün uygarlık yeteneklerine inanan ve sahip çıkan Mustafa Kemal Atatürk’ün arkeolojik kazı ve araştırmaları başlatması ile elde edilmiştir. 9 Mayıs 1920’de Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk kabinesi kurulmuş 6 gün sonra kabul edilen ilk programında ,…Milli ruhu arttıracak tarihi, edebi ve sosyal içerikli eserleri uzmanlarına yazdırmak, Milli Asar-ı Atika’yı tescil ve muhafaza etmek..” görevi de yer almıştır. 1921’de Yunan ordusu Polatlı yakınlarına geldiği zaman, en zor şartlara rağmen kurulan komisyon coğrafyamızdaki kültür varlıklarının tespiti ve toplanması işini başlatmıştır. Atatürk’ün 1931 yılında “Türk ve Türkiye Tarihini’ni araştırmak amacıyla kurduğu Türk Tarih Kurumu ilk milli kazılara ön ayak olmuştur.

 

Bu kadim Anadolu toprağının  geçmiş kültürlerini sahiplenmiş bir lider olarak Atatürk, bu kadim kültürünü ismini Fransızca olarak yazılan “Heteen”  kelimesini Türkçe telaffuzunda “H” kelimesini düşürerek ETİ koymuş ve araştırılması adına da 1931 yılında TÜRK TARİH KURUMU adı altında bir bilimsel kurumun hayata geçmesinin direktifini vermiştir. Arzu etmiştir ki, Kurum içinde çalışan bilim adamları “özerk” bir konumda görevlerini yerine getirsinler ve bugün sahibi olduğumuz toprağın geçmiş kültürlerini aydınlatarak günümüze “ışık” tutsunlar. Hatta ilk Türk bilim adamlarına kendi şahsi cebinden de katkıda, bulunarak, Alacahöyük ve Ahlatlıbel gibi ilk Türk arkeolojik kazılarını da başlatmıştır. Vakit bulduğunda yalnız Türk kazılarını değil, Ankara-Gavurkale ve Aspendos gibi yabancı kazıların çalışmalarını da ziyaret etmiştir. Bu toprağın geçmiş kültürünün gün ışığına çıkartılmasının, sahibi olarak bizlerde “Milli Şuurun”, “Milli Duygunun” oluşmasında, DİL ve DİN birlikteliği yanında bir diğer olmazsa olmazı olduğuna öylesine inanmıştır ki, bu özerk  araştırmaların kendinden sonra da devam etmesi bağlamında, servetinin bir kısmını, İŞ Bankası aracılığı ile Türk Tarih Kurumu üzerinden bu araştırmalar için kullanılmasını günümüze miras olarak bırakmıştır. 1933 ve 1936 yıllarında özel uçaklar kaldırılmış ve Has Höyük, Alişar Höyük, Alacahöyük ve Boğazköy’ün ilk hava fotoğraflarının çekimine imkan sağlamıştır. Bununla da yetinmeyip, Sümerbank ve Etibank’ın kurulması atalarımızın mirasına sahip çıkmak adına da hayata geçirmiştir.

 

Başkent Ankara’mız da çok özel bir Hatti kentidir. Ahlatlıbel ve Çubuk barajı yolu üzerindeki Eti Yokuşu sahibi olduğumuz kadim Anadolu toprağımız üzerindeki mirasımızın bilinmezlerine ışık tutacak araştırmaları beklerken, bu yerleşim alanlarının modern çağın (?) hışmına uğrayarak yapılaşmaların kurbanı olması, ülke adına tapu senedimiz olan geçmişin ayak izlerine sahip çıkan bir avuç duyarlı insanımız için hüzün kaynağı olmuştur.

 

Soru: Biz bugün bu duyarsızlığa nasıl geldik???

 

Bizleri bugünlere taşıyan geçmiş kültürlerimize sahip çıkmak ve kongremizin çok başarılı geçmesi dileğimle emeği geçen tüm meslektaşlarıma teşekkür ediyor ve saygılarımı sunuyorum...

 

Ahmet Rüçhan Akar, 12 Kasım 2022

Read More